Arama Bağlantılar ÇÜ Anasayfa
  HABER MERKEZİ  
 
 
Anasayfa
 
Hakkımızda
 
E-Bülten
 
Röportajlar
  Konuşma Metinleri
  Videolar
  Medyada ÇÜ
 
Haber Arşivi
 
İletişim
 

Eğitim ve Öğretim İnsanı Sevmekle Başlar

 

 

Adana (ÇÜHM) -

05.08.2014

Prof. Dr. Hasan Fenercioğlu ile akademik yaşam ve Çukurova Üniversitesi’nin tarihi üzerine bir söyleş gerçekleştirdik.

Sayın Hocam, Hasan Fenercioğlu’nu biraz tanıyabilir miyiz?

1949 yılı Antalya doğumluyum. Çocukluğumdan itibaren en büyük idealim matematik öğretmeni olmaktı. 1967 yılında liseyi bitirdim ve  İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik Bölümünü kazandım. Yan dal olarak da Fizik okuyordum. O dönemde İstanbul sokaklarında boykotlar ve işgaller vardı. 68 kuşağı olarak anılan gençlerin yönetime tepkisi nedeniyle üniversitede dersler yapılamadı ve devamsızlıklar çoğaldı. Bu nedenle eğitimimde zaman kaybı ortaya çıkması ve İstanbul’da yaşamanın maddiyat gerektirmesi nedenleriyle tekrar üniversite sınavına girerek burs alabileceğim bir kurumu tercih etmek istedim. O güne kadar hiç düşünmediğim ama mezunu olmaktan gurur duyduğum Erzurum Atatürk Üniversitesi Ziraat Fakültesine kaydoldum.

Burada alacağım beş yıllık eğitimle yüksek mühendis olarak mezun olabiliyordum. Fakat oraya gittiğimde de boykot ve işgaller devam etti ve bir sömestrimiz geçersiz sayıldı. Buna rağmen, fen fakültesinde matematik okumuş olmanın avantajı ile en başarılı birkaç öğrenciden biri arasına girebildim. Fazla krediler alarak eğitimi normal beş yıllık süre içerisinde bitirdim ve 1973 yılında mezun oldum. Mezun olan belki de beş öğrenciden birisi olarak çıkış belgesi yerine diplomamı almayı beklediğim sırada bir ilan gördüm. Erzurum-Antalya arası çok uzak, bu nedenle seyahatler otuz saat civarında sürüyordu. Antalya’ya ulaşmak için Ankara’ya giderek aktarma yapmak gerekiyordu. Eğer otobüs kaçtı ve sabahsa ancak akşama, akşamsa ancak sabaha başka bir otobüs bulmak mümkün oluyordu. Kısacası, şimdiki ulaşım imkânları yoktu. İlanda 1416 sayılı yasa ile yurt dışına gıda mühendisliği alanında doktora yapmak üzere öğrenci gönderileceği söyleniyordu. Gerekli yere başvurumu yaptım ve sınava girdim. Burs almamdan dolayı mecburi hizmet yükü ile Adana Pamuk Araştırma Enstitüsüne tayinimi yaptırdım, diplomamı aldım ve Antalya’ya döndüm. Evime işim ve diplomamla birlikte dönmüş oldum. O yıllarda her öğrenciye burs ve burs karşılığı olarak da mecburi hizmet veriyorlardı. Bir saat bile işsiz kalırım korkusu yaşanmayan yılları görmüş bir bireyim.

Günümüzde durum çok farklı. Mezun ettiğimiz öğrencilerin uzun süre iş aradıklarına şahit oluyoruz. Üniversiteden mezun olduğum yıllarda Türkiye’nin durumu da farklıydı. Türkiye bir tarım ülkesiydi, mezun olduğum birim ziraat mühendisliğiydi. Türkiye ‘de gıda mühendisliği diye bir kavram yoktu. Bu nedenle, Milli Eğitim Bakanlığı bu alanda çalışacak kişileri bilim insanı yetiştirmek amacıyla yurt dışına gönderdi. Ben de bir yıl Washington’da Amerikan Dil Akademisi’nde dil eğitimi gördüktan sonra  Ohio State Üniversitesi’nde de yüksek lisans ve doktoramı yaptım.

Hocam, o dönemde Amerika’da öğrenim hayatı nasıldı?

Kolay değildi, öncelikle haberleşme yoktu. Üç haftalık gazeteleri okuyorduk. Tüm haberleşme mektupla sağlanıyordu. Yedi yıl Amerika’da kaldığım süre içerisinde ailemle telefonla ancak bir defa konuşabildim, ikinci kez görüşme şansım olmadı. Çünkü bağlantı da zordu. Santral santrala bağlıyor, uluslararası santrale bağlıyor, Türkiye santrali Antalya’ya bağlıyor, soketleri takıyorlar ve bağlantı sağlıyorlardı. Şimdi insanlar gerçekten çok şanslı. Yedi yıl süresince ancak bir ziyaret ve bir telefon görüşmesi yapabildik. Hiç kolay değildi ama sorumluluğun getirdiği kararlılıkla, çok şükür alnımızın akı ile ülkemize döndük.

Biraz da Türkiye’ye dönüşünüzden söz eder misiniz?

Türkiye’ye dönüşüm  1980 yılının Ağustos ayında oldu. Henüz 12 Eylül İhtilali olmamış ve millet ayaktaydı. Amerika’daki danışman hocam Türkiye çok karanlık, burada kal yerin hazır dediyse de ben söz verdim ülkemin bursunu aldım döneceğim dedim. Kader kaderdir  ondan kaçılmaz inancı ile geldim ve bir ay sonra 12 Eylül İhtilali gerçekleşti. Her şey değişti, devlet daireleri değişti, üniformalı insanlar çevrede hakim olmaya başladılar.

Çukurova Üniversitesi’ne gelişiniz nasıl gerçekleşti?

Amerika’da öğrenim gördüğüm her yıla karşılık, iki yıl mecburi hizmet yapacağım bir yer aranıyordu.  Ankara, İzmir ve İstanbul olmaz, herkes buralarda birikmemeli biz sizi gelişecek yerlere katkınız olsun diye gönderdik dediler. Öncelikle bursumun yanmaması için beş ay süreyle Ankara’da geçici memur sıfatı ile Talim Terbiye Dairesinde görevlendirdiler. Daha sonra kalıcı memur kadrosuyla doktor asistan olarak 24 Nisan 1981’de Çukurova Üniversitesi’nde göreve başladım.

Buraya geldiğimde varlık içinden çıktım, yokluk içine düştüm denebilir. Binamız yoktu. Zootekni bölümü içinde dört odayı gıda mühendisliği bölümüne ayırmışlardı. Öğrenci yok, laboratuvar yok... Belki kısa bir süre pişmanlık duyar gibi oldum neden döndüm diye, ama ben gerçekten döneceğim diye söz verdim. Bir cazibesi olur da karar değiştiririm diye, buralı olduğuma kanaat getirene kadar, uzun süre geride bıraktığım kişilerle yazışmadım. Daha sonra bugün halen içerisinde eğitim verdiğimiz gıda mühendisliği binası teslim edildi ama hepsi dört duvar. Mobilyamız, laboratuvarımız yoktu. İçi boş oda çok, ama insan yok. Ben bölümde öğretim üyesi olan dördüncü kişiydim. Doktor asistanken YÖK yardımcı doçentlik  isminde yeni bir kadro oluşturdu. Yurt dışında doktora yapanlar eserleri yeterli bulunursa hemen yardımcı doçent oluyor, Türkiye’de doktora yapanların ise üç yıl beklemesi gerekiyordu. Benim şartlarım yardımcı doçent olmaya uygundu. Hatta üniversitemizin çok sevdiğimiz Rektörü Prof. Dr. Mithat Özsan’ın birçok başvuru içinden ayırarak bu üç dosyayı hemen tamamlayalım dediği yardımcı doçent adaylarından biri de bendim.   Çukurova Üniversitesi’nde çalışmaya böyle başladık. 24 Nisan’da 33 yıl bitti ve ömrümün yarısından çoğunu burada geçirmiş oldum. Doğum tarihim itibariyle 15 Ocak 2016’da yılı 67 yaşını doldurmuş olacağım. Sağlıkla, sıhhatle, moralle ve inşallah itibarımız ile emekli olacağımızı düşünüyorum.

 

Çukurova Üniversitesi’nin o yıllarını bir de sizden dinleyebilir miyiz?

Buraya geldiğimde Adana bana yabancıydı. Yurt dışına gitmesem bile yine göreve başlayacağım yer Karataş yolu üzerindeki Pamuk Araştırma Enstitüsü olacaktı. Adana’ya geldiğimde kampüse nasıl gidileceğini sordum, şu arabaya binersen gidersin dediler. Kampüse geldim binalar sayıca azdı ve bazılarının yapımı devam ediyordu. Benden önce gelen, abim diye nitelendirdiğim, ve şu an Çağ Üniversitesinin Rektörü olan Prof. Dr. Halil Çetin Bedestenci bey vardı. Kendisinin burada olması bir ölçüde beni teşvik etti. Zootekni binasının zemin katında üç dört odalı bir bölümde çalışmaya başladık. Bölüm başkanımız üniversitemizin kurucu hocalarından Prof. Dr. Kemal Gökçe’nin emekliliğine yakın bir dönemdi. Kendi binamız yapılıyordu. Ben binanın yapım aşamasında teslim alma komisyonunda da görev aldım. Babam inşaat ustası olduğu için inşaat işlerinde biraz hissi ve görsel bilgim de vardı. Arkadaşlarla oturduk ne yapacağız diye, ama yapacak bir şey yok laboratuvarlar boş. .Bu sırada öğrencisi olmayan bölüme para verilmeyecek diye bir haber yayıldı. Hocamızın emekli olduğu yıl içerisinde hemen karar alarak Ahmet Canbaş bey, Atilla Konar bey, Bülent Evliya bey, ben ve Ali Altan bey de beşinci hoca olarak üniversitelerin programlarını bulduk. Bilgiye ulaşmak zordu, ama gerekli bilgilere ulaşarak kendi programımızı şekillendirdik ve 1982 yılında öğrenci alacağımızı duyurduk. Beş öğretim üyesi olarak senelerce öğrenci yetiştirdik, 1986 yılında ilk mezunumuzu verdik. Bu süreçte öğrencilere en çok danışmanlık yapan kişi olmanın mutluluğunu da yaşadım. Danışmanlık bir yerde aile kadar yakın olmayı da gerektiriyor, eğer öğrenciyle ilgilenirseniz, yani kâğıtta danışmanlık değil uygulamada danışmanlık yaparsanız büyük faydanız olabilir. Danışmanlığı yaptığımız öğrenciler arasından birçok dostlarımız oldu. Türkiye’nin dört bir tarafına yayıldılar ve çoğaldılar.

Bunlar üniversitemizin 80’li yıllarından kalan anılar mı?

Bunlar 1981-83 yılları arasında yaşadıklarımız. Ben üniversiteye geldiğimde sosyal tesisler de 60 gün kalma izini vardı. 61. günde dışarıya çıkarılıyordunuz. Tesisler boş da olsa, kural kuraldı. Benim gibi yurt içinden, yurt dışından buraya gelmiş arkadaşlar çok çaresizdi çünkü şehirde ev kiralamak alışık olmadığımız bir sistemle gerçekleşiyordu. Kiralar yıllık peşin ödeme şeklinde veriliyordu. Kampüsün durumu şöyleydi, karnınızı doyuracak bir yer bulmak çok zordu, birkaç yere bir kebapçı tablası kurulmuş. Fen-Edebiyat Fakültesi yoktu, Temel bilimler Fakültesi vardı. İnşaatlar devam ederken birileri et pişiriyor, dürüm yapıyor, eğer kaldıysa siz de karnınızı doyuruyordunuz. Asfalt yolumuz yoktu, inanın dama oynar gibi çamurlara basmamak için gayret sarf ediyorduk. Şehirden kampüse ulaşmak zordu.

Ulaşımdaki zorlukları kolaylaştıran tek unsur Deliçay denilen mevkiden kum taşıyan kamyonların sürücüleriydi. İnsanlar hiçbir kaygı, endişe duymaksızın kız veya erkek günün her saatinde el kaldırdıkları için duran kamyonun şoförünün yanına tıklım tıklım dolarlardı. Kamyonun arkadan şırıl şırıl akan suları ile önde bir yumak insan kamyonunun güzergâhında şehre yakın bir yerde inerlerdi.  Bir keresinde ben arkama baka baka kampüsten kol orduya doğru yürüdüm. Orada postane vardı. Yurt dışından bir koli geldi, elimde koliyle şimdi Köprüköy denilen yere kadar yürüdüm. Üniversitemiz o kum taşıyan kamyon sürücülerine çok şey borçlu. Bu hatıra hiçbir zaman göz ardı edilemez. Düşünün ki şimdi kimse bir kamyon dursa da binmez.

O zamanki öğretim üyelerimizin hepsi, iki tane kamyondan bozma otobüs ile sosyal tesislere taşınıyor, orada bir öğle yemeği yiyor üstüne çay içiyor tekrar iş yerlerine dönüyorlardı.  Neredeyse kimsenin arabası yoktu. Tüm öğretim üyeleri belediyenin önünden kalkan, Atatürk Caddesi, Gazipaşa, Baraj Yolu, Balcalı hattındaki duraklarda duran araçlarla kampüse ulaşıyordu. Geri dönüş yine aynı güzergâhta gerçekleşiyordu. Bu durum bize çok güzel buluşma ve kaynaşma fırsatları verdi. Arkadaşlarımızla günün olaylarını görüşüyor ve değerlendiriyorduk. Zaman içerisinde ekonomi değişti, imkânlar gelişti ve herkesin arabası olmaya başladı. Lojmanda yaşayanlar için Cumartesi günü kuaför servisi çıkardı. Pazar servisi çıkardı. Sabah çocukları okula götüren akşam toplayan servis çıkardı. Personel otobüslerle kendi aralarında anlaştıkları fiyatla gelir ve giderdi. Her yer mesai başında ve sonunda duraklar öbek öbek insan doluydu. Dostluklar çok sıcaktı, samimiydi. Ne zaman bireysel yaşama yönelik gelişmeler oldu, burada yaşanan dostluklar da bundan etkilendi. Kampüsümüzde binalar çoğaldı ve yollarımız güzelleşti. Zaman zaman öğrencilerimizin mevcut olanakları eleştirmeleri çok doğal, onları saygıyla karşılıyorum ama benim bildiklerimi bilmedikleri için benim kadar mutlu olamıyorlar. Onlarda 20 yıl sonra biz neler yaşadık gördük diye eğer çocuklarına anlatacak olurlarsa, bunun da yeterli olmadığını görürüz.

Çukurova Üniversitesi’nin bugünlere gelmesinde birlik ve beraberlik sağlamıştır diyebilir miyiz?

Yönetimler farklı da olsa hepsinin farklı değer birikimleri var. Bugüne geldiysek hiç bir zaman inkâr edilemeyecek katkısı ile Prof. Dr. Mithat Özsan hocamızın her zaman Çukurova Üniversitesindeki yeri başkadır. Prof. Dr. Mithat Özsan hocamıza Adana Ziraat Fakültesi adı altında bir fakülte kurulmak istendiği ve kendisinin de bu yapıda görev alıp almayacağı sorulduğunda arkadaşlarına sorduğunu ifade ediyor. Üniversitemizin kurucuları arasında yer alan Prof. Dr. Nurettin Kaşka ve Prof. Dr. İbrahim Genç ve diğer hocalarımıza Çukurovalı olmaya hazır mısınız diye sordum diyor. Arkadaşlarının hepsi senin olduğun yerde varız diyorlar, bu yetmez dedim diyor, şimdi evlerinize gidin eşlerinize sorun, onlarda Çukurovalı olmaya varlar mı diye. Ertesi gün eşlerimiz siz neredeyseniz bizde oradayız dediler ve biz bu şartlarda geldik diyor Prof. Dr. Mithat Özsan hocamız. Çukurova Üniversitesini var eden bu inançtır. Ben gelirim “ama” deselerdi bu iş olmazdı. Şehirde kiralanan bir apartmanı kullanmakla başlayan serüven, bugün elli bine yakın öğrencisi ile bir Çukurova Üniversitesini ortaya çıkardı.

Bu çok önemli şimdi görmediğimiz rastlamadığımız bir şey. İlçelerimizde birçok kuruluş var konma, göçme ocağı ile bu olmaz. Konma göçme yöntemle hiçbir birim gelişemez. Yerinde yaşamadıkça, insanlarının yaşamını paylaşmadıkça, ne için orada olduğunu o insanlara kabul ettirmedikçe bir kurum gelişemez. Kaymakamı tanımıyorsun, belediye başkanını tanımıyorsun, üç saat ders verip oradan kaçmakla eğitim bir yere gelmez.

Hocam, akademik hayatınızdaki bunca başarının sırrı nedir?

Benim kanaatimce bu işin sırrı insanı sevmek, yaptığın işi sevmek, mutlu olmak ama özünde insanı sevmek. Ben Amerika’da da kalsam bu inançla görev yapardım. İnsana verilen sevgi ve gösterilen saygı bizim meslekte çok önemlidir. Üniversitelerin kuruluş amacı eğitim-öğretimdir. Üniversiteler araştırma enstitüleri değildir. Devletimizin ülkenin dört bir yanına dağılmış araştırma enstitüleri var ama eğitim-öğretim araştırmadan farklıdır. Yeni bilgi üretmek için araştırmalar yapılır ama onun hatırına eğitim-öğretim ihmal edilemez. Ben her zaman önce eğitim-öğretim dedim. Amerika’da ki hocam ‘benim ürünüm insandır’ derdi.  Ben de 33’üncü yılını bitireceğim çalışma hayatımı aynı inançla sürdürdüm, halen de herkese böyle olması gerektiğini savunuyorum ve inandırmaya çalışıyorum.

Şimdiki imkanlar ve insani ilişkiler için ne söylemek istersiniz?

Gelişmeler olumlu, insan gücü olarak bilgiye erişim çok hızlandı ve kolaylaştı. Fiziki altyapımız yönetimlerin yönetim anlayışı ve imkânlarla sınırlı. Bana göre önce güzel bir çevre yaratmak önemli, çünkü bu çevre içerisinde yaşıyoruz. Bununla birlikte, eğitim-öğretimde öğretim üyelerinin seçkin olması, ama bilgisinden daha çok sevgi ile o bilgiyi yoğurup öğrencilere aktarabilmesi önemli. Dolayısıyla üniversite ortamında sevgiyle yoğrulmuş bilginin olması çok önemli.
İzin almadan bir kişi ile yapabileceğiz ender şeylerden bir tanesi o kişiyi sevmektir. Kimse ben seni sevebilir miyim diye kimseden izin almıyor. İzinsiz insani eylemlerin en başta geleni sevgidir. Ben Çukurova’yı da ülkemizi de seviyorum.
Bir öğrenci mezun olduğu zaman burayı özleyerek ayrılacağının farkında olmalı, kurtuldum diye bir sevinç duymamalı. Şimdiki teknolojinin olanakları sayesinde 1986’da mezun ettiğimiz öğrencilerimizin çoğu dâhil olmak üzere birçok kişiyle iletişimimi koruyorum. Mezunlarımızın sözleri bazen şımartıcı düzeyde olabiliyor. Bunun tek sebebi insanlara karşılık beklemeden bilgi ve sevgi sunuyor olmamızdır.

 

 

kişi ziyaret etmiştir

 



Çukurova Üniversitesi Haber Merkezi